Bir süredir bütün dünyanın yüz yüze kalmış bulunduğu Korona salgını türünden, kitlesel ölümlere sebebiyet veren hastalıkların aslında bütün bir insanlık geçmişinin ekşi yüzlü realitelerinden olduğunu tarih bize haber veriyor. Konunun detayları ilgili kaynaklarda mevcut olduğundan biz meselenin bu tarafında vakit kaybetmeyip bu yazı ile hedeflediğimiz istikamette hızlı adımlar atmak istiyoruz. Buna mecburuz zira bugün topyekün beşeriyeti tehdit eden virüs de –maalesef- çok süratli adımlarla ilerleme yolundadır.
Yalnız şu kadarını ifade edelim ki, bu kevni/beşeri realiteye Kur’an-ı Kerîm temas etmiştir. İmam Taberî gibi bazı müfessirlerin yorumlarına göre, Hazreti Musa (aleyhisselam)’a inanmamakta ısrar eden Firavun ve halkının üzerine gönderilen tufan, çekirge, haşere, kurbağa ve kan gibi musibetler için kullanılan azap anlamdaki ricz kelimesi ile taun murad buyurulmaktadır.[1] Nitekim aynı kelime semavî musibetlerin anlatıldığı başka ayet-i kerimelerde de geçmektedir. Eski Ahid’in değişik bölümlerinde de İsrâiloğulları’nın isyankâr davranışlarının Allah’ın gazabını üzerlerine çektiği, bu sebeple veba ile cezalandırıldıkları ifade edilir. Hazreti Ali Efendimiz’in Taun’dan korunmak için yazmış olduğu kasidesinde ricz kelimesini kullanması ve yine ashab-ı kiramdan Amr ibn Âs hazretlerinin Şam’da çıkan bir vebadan bahsederken aynı kelimeyi telaffuz etmesi bu tefsiri destekler mahiyettedir. Ayrıca bu konuyla alakalı olarak daha sonraki dönemlerde yazılan eserlerde de aynı kelimenin sıklıkla geçmesi de bu yorumu güçlendirmektedir.
Geniş kitlelerin ağır bir imtihan olarak hemen her devirde yüzleşmek zorunda kaldıkları bu afetten taun ve veba isimleriyle –sayıları az da olsa bu iki kelime arasında anlam farkı gözetenler de vardır- bahseden kaynaklarımız bize asr-ı saadette, 627 yılında yaşanan Şîrûye taunundan ve yine Hazreti Ömer (radıyallahü anh) zamanında meydana gelen farklı birkaç taundan haber vermektedirler ki, bunların en çok bilineni Amvas taunudur ve 639 senesinde vuku’ bulmuştur.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam), ümmetine vebanın takdir-i ilahi olduğu hakikatini hatırlatmış ve salgın hastalık dönemlerinde mükafaatını Cenab-ı Allah’tan bekleyerek kendilerini karantinaya almalarını emir ve tavsiye buyurmuştur.[2] Bu nebevî tavsiye veba olan yere gitmeme ve bulunduğu yerden çıkmama şeklinde iki yönlü olmuştur ki, tıbb-ı nebevî ve tıp tarihi açısından üzerinde durulmayı fazlasıyla haketmektedir. İmam Buharî ve İmam Müslim hazretlerinin sahihlerine almış oldukları rivayet şu şekildedir: Bir yerde taun bulunduğunu işitirseniz oraya girmeyiniz. Sizin bulunduğunuz yerde vuku gelirse, vebadan kaçarak o yerden çıkmayınız.
Hazreti Ömer (radıyallahü anh) da vebanın yayıldığı Şam’a girmeden yoldan geri dönmüş, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diyen Ebû Ubeyde (radıyallahü anh)’a, “Allah’ın kaderinden yine O’nun kaderine sığınıyorum” diye cevap vermiştir.[3] Sahabeden Abdurrahman ibn Avf (radıyallahü anh)’ın, Efendimiz’in az önce geçen hadis-i şerifini hatırlatarak Hazreti Ömer’i bu konudaki içtihadında rahatlattığını da siyer kaynaklarından öğreniyoruz.
Aradan asırlar geçmesine ve birbirini takip eden teknolojik gelişmelere rağmen karantina, eş zamanlı ve yaygın olarak insan sağlığını tehdit eden pandemik (salgın) hastalıklara karşı uygulanabilecek en önemli savunma stratejisi olarak önemini korumaktadır.
Her ne kadar tıp uzmanları, içinde bulundukları dönemin sağlamış olduğu imkanlar çerçevesinde bu salgın hastalıkların zararını minimize etmek için değişik arayışlar içine girmiş ve çözüm tekliflerinde bulunmuş olsalar da, fotoğrafın bütünü bize bu tür afetlerle karşılaşan beşerin her dönemde büyük bir şok ve acziyet yaşadığını ve adeta çaresizlik içinde kıvrandığını göstermektedir. Hâl-i hazırda bütün dünyayı esareti altına almış olan virüs karşısında insanlığın durumu da bu acz halinin apaçık bir resmi olarak karşımızda durmaktadır.
İşte sebeplerin sukût ettiği, insanın kendisini büsbütün acz u fakr ve ızdırar içinde gördüğü böyle zor durumlarda onun imdadına dualar yetişmektedir. Dualar, özellikle çarelerin tükenmiş gibi göründüğü ya da gerçekten tükendiği durumlarda ayrı bir kıymet ve ehemmiyet kazanırlar. Duanın, Müsebbibü’l-Esbâb olan Cenab-ı Hakk’a sebepler üstü teveccühün ünvanı olması da onun bu yönüne dikkatleri çekmektedir. O Müsebbibü’l-Esbâb ki, Üstad Bedîüzzaman’ın ifadesiyle her şeye eli yetişir, ızdırar halindeki kulunun her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eyler.
Hadd-i zatında rahat zamanlarda dua etmemek de kabul edilebilecek bir şey değildir ama kişinin dara düştüğünde Rabbine yalvarıp yakarmaması, Kur’an’ın ifadesiyle apaçık bir kalp katılığı emaresidir: “Senden önce de birtakım ümmetlere resuller gönderdik. Dinlemediler: Hakka dönüş yapsın, suçlarının affı için niyaz etsinler diye onları çetin bir yoksulluk, hastalık ve sıkıntılarla cezalandırdık. Bâri, kendilerine şiddetimiz geldiği vakit yalvarsaydılar, tevbe etseydiler! Fakat heyhât! Onların kalpleri kaskatı olmuş, şeytan da yapmakta oldukları mâsiyet ve günahları kendilerine süsleyip cazip göstermişti.”[4]
İstiğfar ve Tevbe
Münferit sıkıntılar karşısında olduğu gibi umumi bela ve musibetler karşısında da insanoğlunun özellikle de müminlerin takınması gereken ilk tavır istiğfar tavrıdır. Tevbe ve istiğfarla Allah’a (celle celâlühû) yönelip kusur ve günahlardan arınma talep etmek, belaların def’ ü ref’ine vesile olduğu gibi aynı zamanda Hak rahmetinin tecellisine de vesile olmaktadır. Değişik ayet-i kerimeleriyle Kur’an-ı Azîmüşşan, Peygamberân-ı izam Efendilerimiz’in lisanıyla insanları toplu tevbe ve istiğfarlara davet etmektedir. Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselam) çağrısı şu şekildedir: “Rabbinize istiğfarda bulunun ve O’ndan bağışlanma dileyin. Sonra O’na tevbede bulunun! O’na tevbe edin ki belirlenmiş bir ömür süresinin sonuna kadar sizi nimetleriyle yaşatsın ve faziletli bir hayat sürenlere, lütuf ve fazlından mükâfatlarını versin.”[5] Hazreti Nûh (aleyhisselam)’ın hitabesinde ise şu ifadeleri görürüz: “Rabbinizden mağfiret dileyiniz. Zira o çokça bağışlayan Gaffâr’dır. Mağfiret dileyin ki üzerinize bol bol yağmur indirsin. Size mal ve evlad ihsan buyursun, size bahçeler, ırmaklar, su kanalları nasip etsin.”[6]Lût (aleyhisselam) da muhataplarına şöyle seslenmektedir: “Ey halkım! Haydi Rabbinizden af dileyin, sonra O’na tevbe edin. O’na yönelin ki gökten size bol bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın, n’olur, yüz çevirip suçlu duruma düşmeyin.”[7]
Enfâl sûre-i celîlesinde ise Cenab-ı Allah kullarına şöyle bir müjde vermektedir: “Eğer onlar istiğfar ederlerse Allah bu takdirde de onlara azap etmez.”[8]
Hazreti Ömer (radıyallahü anh)’ın yağmur duasına çıkıldığında istiğfarda bulunmakla yetinmesi ve tâbiîn tabakasının büyüklerinden Hasen el-Basrî hazretlerinin kuraklık, borç yükü gibi çok farklı sıkıntılarla huzuruna gelen insanlara hep istiğfar tavsiyesinde bulunması gibi örnekler de sıkıntılardan sıyrılmada istiğfarın yerini göstermesi bakımından önemlidir. Risale-i Nur müellifinin umumi imtihanlar için söylemiş olduğu şu tespitler de fevkalade dikkate değerdir: “Yağmursuzluk (gibi umumi belalar) bir musibettir ve ceza-yı amel bir azabdır. Buna karşı ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazînane yalvarmakla ve pek ciddî nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniyye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeriatın tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.
Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri, -kısm-ı a’zamı- tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def’olur.”[9]
Kelamullah olan Kur’an-ı Kerim, umumi musibetlerin insanların çoğunun hatasından kaynaklandığını,“Allah’ın buyruklarını umursamayan şu insanların kendi tercihleri ile yaptıkları işler yüzünden karada ve denizde (bütün dünyada) bozukluk ortaya çıktı, nizam bozuldu. Doğru yola ve isabetli tutuma dönme fırsatı vermek için, Allah, yaptıklarının bazı kötü neticelerini onlara tattırır.”[10]; “Başınıza gelen her musîbet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.”[11] gibi ayet-i kerimeleriyle bize hatırlatır.
Semavi afetlerle gönderilen ilahi azabın zikredildiği pek çok ayet-i celilenin fezlekesinde, -tıpkı az önce mealini okuduğumuz Rum Sûresinin 41. ayetinde olduğu gibi- “Leallehüm yerciûn/Umulur ki dönerler” ifadesi yer almaktadır ki, bundan da o belaların gönderilmesindeki murad-ı Sübhaninin temelde insanları hatalarından döndürmek olduğu net olarak anlaşılmaktadır. Bilindiği üzere Kur’an-ı Kerim, Allah’ın kullarına zulmetmeyeceği gerçeğini defaatle bizlere hatırlatmaktadır.
Dolayısıyla hata, kusur ve günahlarımızla ya da öyle kabul ettiğimiz yanlarımızla yüzleşerek başta Kur’an-ı Hakîm ve Sünnet-i Seniyye’den, sonra Allah dostlarının dualarından istiğfar cümleleriyle –ki bu konuda kaynaklarımız bize çok zengin bir hazine sunmaktadır- Rabbimiz’e teveccüh edip gönülden kopup gelen tastamam bir nedamet, bir pişmanlık içinde bağışlanma dile(n)mek, karşı karşıya bulunduğumuz umumi belalardan sıyrılma adına hayati önem taşımaktadır.
Bazı İslam alimleri ise, (salgın) hastalıklarla bir kısım ervah-ı habîse arasındaki -muhtemel- bağlantıları nazara alarak, bu açıdan da istiâze dualarının yani Yüce Rabbimiz’e sığındığımız duaların önemi üzerinde durmuşlardır. İhlas, Felâk ve Nâs sureleri (Muavvizat) o dualardandır. Yine Peygamber Efendimiz’in duaları içinde pek çok istiaze duaları bulunduğu gibi, İmam Cafer es-Sâdık hazretleri gibi Allah dostlarının da istiaze duaları vardır.
Kuşatıcı/Câmi Dualar
Duaların kuşatıcı olanları yani vecîz/özlü olup geniş manaları içinde barındıranları daha faziletli ve daha makbul sayılmıştır. Fâtiha, Felâk ve Nâs sure-i celileleri gibi dua sureleri, yine Fetih, İnşirah, Kureyş ve Nasr gibi dua anlamı taşıyan sureler ve “Rabbenâ âtina fi’d-dünya haseneten ve fi’l-âhireti haseneten..”, “Rabbenâ âtinâ min ledünke rahmeten…” gibi dua ayetleri her hususta olduğu gibi salgın hastalık zamanlarında da –belki daha fazla- okunabilecek dualardır.
Yine Efendimiz’den rivayet edilen, “Allahümme innî es’elüke’l-afve ve’l-âfiyete fi’d-dünya ve’l-âhireti..”, “Allahümme âfinî fî bedenî…” gibi ihatalı dua cümleleri de böyledir. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in Sabah Akşam Duaları bu perspektiften bakıldığında da başlı başına bir hazinedir. Onları sabah okuyanlar akşama, akşam okuyanlar da sabaha kadar Yüce Allah’ın hıfz u sıyanet seraları içinde bulunurlar. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den bulup aldığımız gibi, böyle kuşatıcı duaları, ilhamlarını Kur’an ve Sünnet’ten alan ehlullahın duaları arasında da bulup değerlendirmek her zaman mümkündür.
Hususi Dualar
Muayyen (belirli) namazların vakitleri olduğu gibi hususi duaların da vakitleri vardır. Nasıl vakitleri girdiğinde o namazlar ikâme ediliyorsa, bu vakitler girdiğinde de hususi bir kısım dualarla Cenab-ı Allah’a teveccüh edilir. Mesela, güneşin gurubu akşam namazına, kuraklık zamanı yağmur duasına, zalimlerin mazlumlara musallat olduğu süreçler o konuda yapılacak hususi bazı dualara birer vakit olduğu gibi, salgın hastalıklar türünden umumi belaların gelmesi de yine onlarla alakalı özel bazı dualar için vakittirler. Vakitleri girdiği için taabbüdilik mülahazasıyla yani sırf Cenab-ı Allah’ın emrini yerine getirmek kasdı ve O’nun hoşnutluğunu kazanabilmek niyetiyle yapılan bu dualara vakitleri çıkıncaya yani o belalar yerlerini afiyet ve huzura bırakana kadar devam edilir.
Peygamber Efendimiz’in Duaları
Veba kelimesi Peygamber Efendimiz’in, yolculuğa çıkan kimseye, gitmiş olduğu beldeye girerken okumasını tavsiye buyurduğu duaları içinde şu şekilde yer almaktadır:
اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا حَيَاهَا وَأَعِذْنَا مِنْ وَبَاهَا وَحَبِّبْنَا إِلَى أَهْلِهَا وَحَبِّبْ صَالِحِي أَهْلِهَا إِلَيْنَا، اَللّٰهُمَّ بَارِكْ لَنَا فِيهَا
“Allahım! Bu beldenin bolluğuyla bizi rızıklandır. Veba türünden hastalıklarından bizi koru. Bizi bu beldenin halkına, bu beldenin salihlerini de bize sevdir. Allahım! Burayı bizim için bereketli eyle.”[12]
Yine Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi vesellem) Efendimiz dualarında “kötü hastalıklar”dan Cenab-ı Allah’a sığınmıştır.
اَللّٰهُمَّ إِنِّـي أَعُوذُ بِـكَ مِنَ الْقَسْوَةِ وَالْغَفْلَةِ وَالْعَيْلَةِ وَالذِّلَّـةِ وَالْمَسْكَنَةِ، وَأَعُوذُ بِـكَ مِـنَ الْفَقْرِ وَالْكُفْرِ وَالْفُسُوقِ وَالشِّـقَاقِ وَالسُّـمْعَةِ وَالرِّيَـاءِ، وَأَعُوذُ بِكَ مِنَ الصَّمَمِ وَالْبَكَمِ وَالْجُنُونِ وَالْجُذَامِ وَسَيِّئِ الْأَسْقَامِ
“Allahım! Kalp katılığından, gafletten, fakirlikten, zillet ve meskenetten Sana sığınırım. Fakirlikten, küfür ve nankörlükten, fısktan, ihtilaf çıkarmaktan, süm’a ve riyadan, kulluğumu başkalarının duyup görmesine bağlamaktan da Sana sığınırım. Sağırlık, dilsizlik, delilik ve cüzzam gibi ağır hastalıklardan da yine sadece Sana iltica ediyorum Allahım.”[13]
Kunut Duası
Burada önemine binaen ayrı bir fasıl açarak Peygamber Efendimiz’in (aleyhi elfü elfi salâtin ve selam) Kunut Duası üzerinde durmak gerekecektir ki, o da şudur:
اَللّٰهُمَّ اهْدِنَا فِيمَنْ هَدَيْتَ، وَعَافِنَا فِيمَنْ عَافَيْتَ، وَتَوَلَّنَا فِيمَنْ تَوَلَّيْتَ، وَباَرِكْ لَنَا فِيمَا أَعْطَيْتَ، وَقِنَا شَرَّ مَا قَضَيْتَ، فَإِنَّكَ تَقـْضِــي وَلاَ يـُقـْضَــى عَلـَيـْــكَ، وَإِنـَّهُ لاَ يـَذِلُّ مَـنْ وَالَـيـْتَ وَلاَ يَـعِـزُّ مَـنْ عَـادَيْـتَ، وَلَكَ الْحَمْدُ عَلَى مَا قَضَيْتَ، تَـبَـارَكْتَ رَبَّـنَـا وَتَعَالَـيْـتَ
“Allahım! Hidayete mazhar eylediklerinin içinde bizi de hidayetle serfiraz kıl. Afiyet bahşettiğin kullarının arasında bize de afiyet bahşeyle. Bizi de dost edindiklerinin arasına kat. Bize lütfettiğin nimetleri bereketli eyle. Olmasını takdir buyurduğun hadiselerin şerrinden bizi muhafaza buyur. Şüphesiz Sen hükmedersin ve kimse Senin hükmüne karşı gelemez. Senin dost edindiğin bahtiyar kullar asla zillete düşmez; düşmanlığına maruz kalanlar ise asla izzete eremez. Verdiğin hükümlere karşı hamd sadece Sana’dır. Rabbimiz! Senin şanın pek uludur ve Sen çok yücesin.”[14]
Hazreti Hasan (radıyallahü anh) tarafından –tekil sigası ile- rivayet edilen bu duanın zalimlerin tasallutu, salgın hastalıklar, kasırga, yangın, sel ve benzeri büyük, umumi musibetler (nevâzil) zamanlarında okunması bütün mezheplerce Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam)’ın bir sünneti olarak kabul edilmiş ve böylesi endişe ve korku dönemlerinde ihmal edilmemesi üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Hadis alimlerine göre, bela ve musibet vakitlerinde kunut duası bütün farz namazlarda okunabilir. Bazı Fıkıh alimleri de içtihatlarını bu görüş üzerine bina etmişlerdir. Çoğunluğu teşkil eden müçtehidlere göre ise sabah ve akşam namazlarının, özellikle de sabah namazının farzında okunması rivayetlerle sabittir ve nevâzil (inen belalar) zamanında okunması müslümanlar için bir vecibedir. Bilindiği üzere cemaate imam olan kişi, namazın son rekatında rükûdan kalktıktan sonra ellerini açarak bu duayı –yukarıda olduğu şekliyle çoğul sigasıyla- okur ve sonra secdeye gider. Dua esnasında cemaatte bulunan mü’minler de “Âmin” derler.
Burada istidradi olarak (antrparantez) zikredilmesinde fayda mülahaza ettiğimiz ayrı bir husus da yine kaynaklarımızda yer alan ve umumi musibet zamanlarında müminlerin kılmaları tavsiye edilen iki rekatlık namazdır. Salgın hastalık tehlikesi ortadan kalkana kadar onun ref’ini/kaldırılmasını niyet ederek bu namazı kılmak da meşru görülmüştür. Aslında bu bir bakıma namaza sığınma anlamı taşımaktadır. Nitekim Habîb-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, bir problem kendisini endişelendirip üzdüğü zaman namaza sığınırdı.
Bu hususi duaların yanısıra Efendimiz’den rivayet edilen dualar (me’sûrât) içinde bütün hastalıklara karşı okunabilecek pek çok dualar mevcuttur. Özellikle ateşli hastalıklar için sünnet-i seniyyede tavsiye buyurulan dualar insan bünyesinde ateş hâsıl eden salgın hastalıklar için de önemlidir.
Büyük Velî Zatların Duaları
Tarih boyunca farklı dönemlerde salgın hastalıklarla karşı karşıya kalan müslümanlar ve hususiyle ilm ü irfan sahibi zatlar, Kur’an-ı Kerîm ve sünnet-i seniyyeden dualarla Rabbilerinden sıhhat ve afiyet talep ettikleri gibi, kendi gönüllerine akıp gelen farklı bir kısım dualarla da Cenab-ı Allah’a yalvarıp yakarmışlardır. Onun içindir ki dikkatlice baktığımızda, Hazreti Ali Efendimiz’den İmam Şazili Hazretlerine, büyük veli Ebû Yezîd el-Bistami’den Hüccetullah İmam Gazali’ye, Şeyhülislam Ebussuûd Efendi’den M. Fethullah Gülen Hocaefendi’ye kadar, isimleri bilinen ya da bilinemeyen pek çok Allah dostunun, dualarında veba ve taundan Cenab-ı Hakk’a sığındıklarına, dahası bu konuya mahsus dualar, kasideler yazıp söylediklerine şahit oluruz. Şüphesiz bu dualar, bütün dünyanın ağır bir salgın hastalık tablosuyla karşı karşıya bulunduğu bugün bizim için de hayatî ölçüde önem taşımaktadırlar. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet-i Sahîha’dan öğrenmiş olduğumuz duaların yanısıra işte bu hususi dualarla da Rabbimiz’e yalvarıp yakaracak ve O Merhameti Sonsuz’dan, başta mevcut yaygın virüs olmak üzere her türlü bela ve hastalıklara karşı selamet ve afiyet dileneceğiz. Niyazımız odur ki, bu dualar daha çok gönülden semalar ötesine yükseldikçe beklediğimiz ferecin gelmesi daha çabuk olur. Dualara olan itimadımız, Rabbimiz’e olan itimadımızdan kaynaklanmaktadır ve biz katiyen inanıyoruz ki, kudreti ve şefkati sonsuz olan “Hak, tecelli eyleyince her işi âsan eder ve halk eder esbâbını bir lahzada ihsan eder.”
Mustafa Yılmaz
[1] A’raf Sûresi, 7/133-134; Taberî, 6, 41
[2] Buhârî, “Ṭıb”, 31; “Ḳader”, 15
[3] Buhârî, “Ṭıb”, 30; Müslim, “Selâm”, 98-100
[4] En’âm Sûresi, 6/43
[5] Hûd Sûresi, 11/3
[6] Hûd Sûresi, 11/10-12
[7] Hûd Sûresi, 11/52
[8] Enfâl Sûresi, 8/33
[9] Emirdağ Lâhikası, sh. 29
[10] Rûm Sûresi, 30/41
[11] Şura Sûresi, 42/30
[12] Taberani, Mu’cemu’l-evsat, 4755; Heysemi, Mecmau’z-zevaid, 17115
[13] Ebû Dâvud, Salât 326
[14] Ebû Dâvud, Vitr, 5; Tirmizî, Vıtr, 10; Nesaî, Kıyâmü’l-leyl, 51; İbn Mâce, İkâme, 117; Dârimî, Salât, 214.